CANLILIK
Yaşam denilen şey nedir?
Gezegenimizin hemen her yerinde denizde, karada, havada, en çorak yerlerde, en yakıcı sıcaklıkta, buz gibi soğuk yerlerde bile yaşam vardır. Bitkiler, hayvanlar, mantarlar, çeşitli tek hücreliler ve de virüsler…
Hepimizin bildiği gibi yaşayan bir
organizma büyür, nefes alır, enerjiye gereksinim duyar ve çoğalabilir.
Tüm bunlar canlılığın tipik özellikleridir. Ayrıca canlıların büyük bir
bölümü hareket etme yeteneğine de sahiptir.
Biz
insanlar da hep merak etmişizdir: bu dünyadaki
varlığımızın en, en, en başlangıcı olan yaşam, canlılık nasıl oluştu?
Şu anda dünyamıza bakarsak, en
ilkelinden en karmaşığına kadar hemen bütün
bu yaşam biçimlerinin yerküremizde bulunmakta olduğunu görürüz.
Araştırmacılar, dünyamızın birçok yerinde en eski canlılara benzeyen ve
yaşamın nasıl oluştuğu hakkında bizlere ipucu veren canlı organizmalara
rastlamışlardır. Bilim insanları bu
organizmalara, bulunan fosillere, kendi yaptıkları
deney ve deneyimlere dayanarak yaşamın nasıl oluştuğuna dair
açıklamalar getirmişlerdir. Elbette ki, bunlar yalnızca tahmini
açıklamalardır. Çünkü yaşamın nasıl oluştuğunu gören kimse yok ki. Tek
bildiğimiz bu açıklamaların deneylerle, organizmaların fosilleriyle ve
günümüzde var olan benzer organizmaların yapılarıyla desteklenmiş
olmalarıdır.
1860
larda, mayalanma üzerine araştırmalar yapan Pasteur, ‘Şarap bir organizmalar
denizidir’ diyordu. Pasteur, araştırmalarında oksijensiz
de yaşayabilen
organizmalar olduğunu keşfetti.
Ayrıca, karakteristik
şekilleri olan molekülleri bularak önemli
bir başarı kaydetti. Daha sonra da bu şekillerin,
o moleküllerin, yaşamın başlamasından önceki durumlarını gösterdiğini ortaya
koydu. Böylece, bu
alanda ilk defa Pasteur, tüm yaşamı ve yaşam biçimlerini bir
tek kimyasal yapıya bağlamış oldu.
Yaşam
oluşmadan önce yerküre
![]() |
![]() |
Bugün yerkürenin dörtbuçuk milyar yıl önce oluştuğu kabul ediliyor. Dört milyar yıl önce
henüz yerküremizde daha yaşam yokken, yanardağlardan fışkıran lavların
atmosferi oluşturduğu düşünülüyor: Su buharı, azot, metan,
amonyak ve diğer indirgeyici gazlar ve karbondioksit. Eksik olan bir tek
madde var, o da serbest oksijen. Bu da çok normal. Onu üreten bitkiler yoksa,
ki yoktu o zamanlar, serbest halde oksijen de olamaz. (Oksijen bileşik olarak
elbetteki mevcuttu)
Yerküre,
patlayan volkanlar, saçılan lavlar, buharlaşan denizler, sivri tepeleri olan
dağlar, alçak bulutlar ve sık sık meydana gelen şimşek ve yıldırımları ile
hiç de yaşama uygun bir yere benzemiyordu yaklaşık 3,5 milyar yıl önce. Ancak
yine de bu ortamda su vardı, enerji vardı, uygun bir sıcaklık vardı, diğer
taraftan yaşam için gerekli kimyasallar (karbon, hidrojen, azot, fosfor,
kükürt ve bunların oksijenli bileşenleri) da vardı. Yaşamın
oluşumunda rol oynayan bu altı element, yaşamın yapı taşlarıdır. Yalnız burada
şunu da ekleyelim ki Nasa'nın yaptığı ve 2010 yılının 2 Aralığında dünyaya
duyurduğu son araştırma, bu altı elementten fosforun yerini arseniğin aldığı
yeni bir yaşam biçimini de ortaya koymuştur.
Yaşam nasıl oluştu ?
Arsenikli yaşam gerçeği canlılık hakkındaki bilgilerimizin eksikliğini kanıtlasa da yaşam işte böylesi bir dünyada oluştu. Ancak oluşumun şekli ve yeri konusunda değişik tezler vardır. Aşağıda bu tezlerin kabul gören iki tanesi açıklanmaktadır.Yaşamın oluşmasında bunlardan sadece biri belki de birkaçı birlikte rol oynamış olabilir. Bu tezlerin olabilirliği, laboratuvarlarda deneylerle kanıtlanmıştır. Bütün bu tezlerin hepsinde güneşten gelen mor ötesi ışınların (ultraviole) önemli bir yeri vardır. Çünkü mor ötesi ışınlar serbest oksijenin olmadığı ortamlarda, bu ortamların içine işleyebilir ve reaksiyonlara neden olabilir.
a)
Yaşamın Denizler ve
Göllerde Oluştuğu Tezi *
Bir
görüşe göre, su içinde erimiş (ya da atmosferdeki) yukarıda adı geçen bu
kimyasallardan oluşan basit bileşikler, mor ötesi ışınlar ve şimşeklerle
yüzmilyonlarca yılla ifade edilebilecek çok uzun bir süreçte bombardmana
maruz kaldılar. Oluşan kimyasal reaksiyonlar sonucunda bir kısım yeni basit
bileşikler meydana geldi. Diyebiliriz ki, karakteristik özellikleri olan
moleküllerdi bunlar. Denizlerde biriken bu yeni moleküller, bu arada
nükleotidler (nükleik asitlerin yapı taşları) ve aminoasitler (proteinlerin
yapı taşları) denizleri koyu bir organik çorbaya benzetti. Stanley Miller
1950 lerde Amerikada benzer koşulları laboratuvar ortamında oluşturarak
böylesi bir çorbanın olabilirliğini kanıtladı. Bu çorbada hayatın yapı
taşları olan aminoasitler oluşmuştu. (Aminoasitlerden tüm canlılığın
bileşenleri olan proteinler meydana gelir.)
b) Yaşamın Buzullarda Oluştuğu Tezi **
Bir kısım bilim insanı
ise, örneğin
Leslie Orgel, deneylerle yaşamın buzul ortamında da oluşabileceğini gösterdi.
Onun deneylerinde de aminoasitler oluştu. Ancak en önemlisi canlılarda
kalıtımla ilgili bilgilerin depolandığı kalıtım molekülü
DNA (deoksiribonükleik asit) daki dört temel bileşenden
(nükleotid) biri olan adeninin oluşması idi.
Görüldüğü gibi aminoasitler ve nükleotidler yaşam zincirinin halkalarıdır.
Laboratuvarlarda, ilkel koşullara benzer koşullarda DNA ve proteinlere
benzeyen kısa bazı zincirler elde edebilmişlerdir.
Kendi kendilerini kopyalayabilen moleküller, işbirliği ve canlılığın
başlangıcı
İşte yaşamın oluşumunda en önemli olay kendi kendilerini kopyalayabilen, yani
kendilerini yeniden üretebilen bu basit moleküllerin (nükleotid) oluşmasıdır.
Bunlar adenilik asit, guanilik asit, sitidilik asit ve timidilik asittir.
Kısaltmaları A, G, C ve T dir. Yaşamın oluşumunda bunlar, canlıya benzeyen
organik moleküllerdir, belki de ön canlılardır denilebilir. Onlar yaşamın
başlangıcı ve dolayısıyla bizim atalarımızdırlar.
İşbirliği
Kendini kopyalayabilmek bir iştir, dolayısıyla bir enerji gerektirir. Bu enerjiyi elde etmek için
bu moleküller birbirleriyle rekabet halindedirler. Rekabet ve hayatta kalabilmek için benzerlerin
işbirliği (bir araya gelme, birbirine bağlanarak birleşme yani büyüme)
birlikte sürer. Bu, canlılığın oluşumunda bir adım daha ileri gitmektir. Ve
nihayet birkaçının kendilerini koruyucu ince bir örtü (zar) yaparak
işbirliğini daha da ileri götürmesi ile ilk
hücreler oluşmuştur. Proteinler ve yağlar bu hücre zarının en
önemli elemanlarıdır. Yağlar hücrenin yalıtımını, su geçirmezliğini sağlar.
Bölünebilerek çoğalan bu ilk hücrelerle artık gerçek canlılığın oluştuğunu
söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle hücre, yaşamın en küçük örgütlenmiş
yapısıdır. Bu ilk hücreler, çekirdeksiz hücrelerdi. Belli bir aşamada çekirdekli hücreler
oluştu. 2-3 milyar yıl önce tek hücreli organizmaların muazzam koloniler
kurdukları tahmin edilmektedir. Bu kolonilerdeki, hücreler arasında basit bir
işbirliğinin başladığından söz edilebilir. Günümüzde bunların
stomatolitler denilen kalıntıları gözlemlenmektedir. Ve en
sonunda çekirdekli hücrelerin biraraya gelmesi ve işbirliği ile de çok
hücreliler meydana gelmişdir.
DNA ların cinsel yoldan karışımı
da işbirliğine bir diğer örnek olarak verilebilir. Yani Hücre
Karışımı ve Cinsiyetin Oluşumu bir işbirliği sonucudur.
Atmosferde serbest oksijenin oluşumu
Yaklaşık üç milyar yıllık bir sürede gezegenimizdeki canlılar yalnızca bu ilkel ilk mikroorganizmalardan (zamanımız bakterilerine benzeyen) ibaretti. Koşullar çok farklıydı, ama evrim yasaları her zamanki gibi işliyordu. Genetik çeşitlemelerin yol açtığı değişimler, bulundukları ortama en iyi uyum sağlayabilenlerin doğal seçilimi, yeni yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasına ve bu da doğal çevreyi temelden etkileyerek çevrede önemli değişikliklere ve evrim koşullarında farklılıklar oluşmasına neden oldu. Bunların en önemlisi yaklaşık 2,7 milyar yıl önce mavi-yeşil bakterilerin (ya da mavi-yeşil alglerin) güneş ışınları aracılığıyla klorofil özümlemesi - fotosentez yapmaya başlamaları ve böylece güneş enerjisini yakalayıp havanın karbondioksiti ve su ile birlikte karmaşık moleküller inşa etmeleri, bir yan ürün olarak da serbest oksijen üreterek atmosfere bırakmalarıdır. Bu, canlılığın evriminde bir sıçramadır.
Oksijen, hücre solunumu (ve dolayısıyla
enerji
temini) için kullanılabilir ve bu, enerjiyi, besinden almak şeklindeki daha
önceki tarzdan çok daha verimlidir. Daha sonra (evrimle) bazı alglerin ve bitkilerin ortaya çıkması havada serbest oksijen birikmesi
sürecini hızlandırmış, yüzmilyonlarca yıllık bir süreç içinde dünyamızdaki
yaşam biçimleri kökten değişmiştir. Bu serbest oksijenli atmosfer, daha
önceki oksjensiz çevreye uyum sağlamış canlılar için
bir zehirdir. Bu süreçte, bir yandan bu canlılar yok olmaya başlarken bir
yandan da yavaş yavaş, bu duruma uyum sağlayan yeni canlı türleri, yani
hayvanlar ortaya çıkmış ve zamanla bitkilerle birlikte onlar dünyaya hakim
olmuşlardır.
Ayrıca, oksijen, atmosferin üst tabakasında bir ozon tabakası şeklinde
biçimlenerek yer kürede bulunan organizmaları güneşin ültraviyole ışınlarına
karşı korumaktadır.
Bu anlattıklarımız canlılığın oluşumunun ve evriminin çok kısa bir
hikayesidir. Bu konuda daha anlatılacak çok şey vardır. Burada yalnızca bir
fikir vermek istedik.
ENERJİ
Tüm canlıların işlevlerini sürdürebilmeleri için enerjiye gereksinimi
vardır. Örneğin hayvanları ele alalım. Yaşamlarını devam ettirmek için
yalnızca beslenmek yeterli değildir. Vücut, besindeki enerjiden
yararlanabilmelidir. İşte bu enerjiyi kullanmak (hareket etmek, büyümek,
üremek vb) yani yakmak için oksijen gereklidir. Bitki, hayvan tüm canlıların
yaşamsal işlevleri oksijenle olanaklıdır. Bu yüzden tüm canlı hücreler
aralıksız nefes alırlar. Yani besinlerindeki enerjiyi açığa çıkarıp serbest
bırakarak canlılığın gerektirdiği fonksiyonlarını yerine getirirler.
Hayvanlarda hücre solunumu şu formülle ifade edilebilir:
Şeker + O2 à Enerji + CO2 + H2O
Bitkilerde hücre solunumu da yine aynı formülle olur. Ancak bitkiler şekeri fotosentez yaparak elde ederler.
Klorofil özümlemesi – fotosentez
Klorofil molekülü, bitkilere yeşil rengini veren boya molekülüdür.
Özelliği, bitkinin üzerine rastlayan güneş ışınlarını yakalamasıdır. Bitki,
bu enerjiyi bazı enzimler ve proteinlerin yardımıyla sırasıyla elektrik
enerjisine ve kimyasal enerjiye çevirir. Kimyasal enerji de bitkinin ihtiyacı
için kullanılır.
Yani bitkiler bu işi yaparken havadan aldıkları karbondioksit ve topraktan
aldıkları suyu güneşten aldıkları enerjinin yardımıyla kendi gelişmeleri, büyümeleri için gerekli olan şekere
(karbonhidratlara) dönüştürürler. Bu sırada oksijen gazı açığa çıkar. Bu
olaya fotosentez denir ve aşağıdaki formülle ifade edilebilir. Bu olaya tersine solunum da diyebiliriz.:
Işık enerjisi + CO2 + H2O à şeker + O2
Görüldüğü gibi bitkiler, fotosentez sırasında oksijeni bir atık olarak havaya
bırakmaktadırlar.
Geceleri ise, güneş ışınları olmadığı için fotosentez de olmaz. Ancak hücreler
çalışmaya, büyümeye, bölünmeye devam ederler. Formül ise,
hayvanlardaki hücre solunumu formülü ile aynıdır:
Şeker + O2 à Enerji + CO2 + H2O.
Görüldüğü gibi bitki hücreleri de 24 saat solunum yapmaktadırlar.
HÜCRE
Hücre, yaşayan en küçük canlı düzenektir. İlk olarak 1665 yılında
İngiliz bilim insanı Robert Hooke tarafından keşfedildi. Organizmalar, ya
bakteriler gibi tek bir hücreden ya da birçok hücreden oluşurlar. Biz
insanların vücudunda milyarlarca hücre vardır. Organizmalar, bitkiler,
hayvanlar vs gibi ne kadar birbirlerinden farklı olurlarsa olsunlar, onların
en küçük yapı taşları olan hücreler, oldukça birbirlerine benzerler. Yani bir
havucun hücreleri ile bizim hücrelerimiz kısmen aynıdır. Hücreler ancak ışık
ya da elektron mikroskoplarıyla görülebilir. Bir hücreye miroskopla daha
yakından baktığımızda acaba neler görürüz?
Hücre; hücre zarı, sitoplazma ve çekirdek olmak üzere üç
kısımdan meydana gelir.
Hücre Zarı
Hücrenin etrafında hücre zarı denilen ince bir zar vardır. Değişik maddeler bu hücre zarından süzülerek hücreye girerler ya da hücreden çıkarlar. Hücre zarı, protein, yağ ve karbonhidrat moleküllerinden oluşmuştur.
Sitoplazma ve Organeller
Hücrenin içinde yumurta akı
koyuluğunda sitoplazma denilen canlı bir sıvı vardır. Sitoplazmada su ve madensel tuzlar gibi inorganik maddelerle, yapısal
proteinler, karbonhidratlar, yağlar, hormonlar, nükleotitler, enzimler ve vitaminler
gibi organik maddeler vardır. Sitoplazmadaki su oranı hayvansal hücrelerde % 70-90 olup,
bitkisel hücrelerde % 98 e kadar çıkabilir, bakterilerle sporlarda ve tohumlarda
ise % 5-15 e kadar düşebilir. Sitoplazma, solunum, sindirim, boşaltım, fotosentez, beslenme gibi
tüm yaşamsal olayların meydana geldiği yerdir. Bu olayların bir bölümü
sitoplazmadaki enzimler aracılığıyla yapılırken, bir kısmıda organel adı
verilen küçük bölümlerde gerçekleştirilir. Bu organeller örneğin; lizozom,
endoplazmik retikulum, golgi aygıtı, ribozom, mitokondri, sentrozom,
plastidler, koful dur.
Yaşamın başlangıcındaki bakterilere benzeyen ilk hücrelerle, bakterilerde ve mavi-yeşil alglerde ribozom denilen yalnızca bir organel vardır ve çekirdek yoktur. Bu çekirdeksiz hücrelere prokaryot hücreler, bunlardan oluşan organizmalara da prokaryot canlılar denir. Şimdi yukarıda adı geçen organellerden ribozom ve mitokondriden kısaca bahsedelim.
Ribozom
Virüsler dışında bütün hücrelerde vardır.
Ribozomlar, hücrenin protein fabrikalarıdır. Bu fabrikalar DNA tarafından yönetilirler. Hücre çekirdeği DNA nın bir kopyasını yaparak bu kopyayı ribozoma gönderir ve bu kopya ribozomun içinde proteinlerin yapı taşları olan aminoasitlerin nasıl birleştirileceğine dair bir şablon görevi görür.
Mitokondri
Bakterler, yeşil algler ve memelilerin alyuvarları hariç oksijenli solunum yapan tüm hücrelerde bulunur.Kendilerine özgü, sınırlı sayıda bilgi taşıyan DNA ları vardır. Bu nedenle kendilerini kopyalayarak çoğalma yetenekleri vardır. Çoğalmaları hücrenin kontrolü altında olur. Mitokondriler, hücrenin enerji üretim santralleridir denilebilir.
Çekirdek
Bakterilere benzeyen ilk hücrelerin, bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin dışındaki canlıların hücrelerindeki organellerden birisi kalıtımla ilgili bilgileri içeren çekirdek tir. Böylesi çekirdekli hücrelere de ökaryot hücreler denir ve bunlardan oluşan organizmalara da ökaryot canlılar denir.
Çekirdek, bölünmeyi, büyümeyi ve onarımı denetleyen merkezdir. Hücre içindeki tüm yaşamsal olayları yönetir ve kontrol eder.
Hücre, işlevlerini çekirdekten gelen RNA larla yapar. (Not: Prokaryotlarda çekirdek yoktur ama, çekirdekte var olan maddeler stoplazma içınde dağılmış olarak bulunurlar.). (RNA, tek nükleotit zincirinden oluşur. Bazları adenin, guanin, sitozin ve urasildir.) Çekirdek, çekirdek zarıyla çevrelenmiş olup içinde çekirdek plazması denilen bir sıvı, çekirdekçik, kromatin ve kromozomlar bulunur. Kromatinler, hücre bölünmediği sırada bir ağ oluşturan iplikçiklerdir. Bölünme evresinde bu iplikler kısalıp kalınlaşır, kromozom denilen oluşumlar haline gelirler.
Bir bireyin
şekillenmesinde ebeveyninden gelen biyolojik miras, çevre faktörleri
ile birlikte çok önemli rol oynar. Bu biyolojik mirası, yani kalıtımı konu edinen bilim
genetiktir. Canlıların büyük bir bölümünde kalıtım, hücre çekirdeğinin
içindeki kalıtım maddesinin toplandığı küçük kromozomlarca yönetilir.
Kromozomların içinde, kalıtım molekülü DNA gizlidir.
Kromozomları ancak mikroskop kullanarak
görebiliriz. Kromozomlar, bireyin biyolojik özelliklerini yöneten bir yığın
bilgi içerirler. Bu bilgiler genler şeklinde anlamlı hale gelirler.
Örneğin göz rengi, saç rengi vb bilgiler. Biz insanların yaklaşık 100 000
farklı geni vardır.
DNA, canlılarda kalıtımla ilgili bilgilerin depolandığı kalıtım molekülüdür. Bir organizmada her hücre kendi DNA sına sahiptir. Ancak bu DNA, ebeveynden gelen bir kalıtımsal mirasın kopyasıdır. Genetik bilginin hücreden hücreye iletilebilmesinin ve özelliklerin miras olarak ebeveynden yavru bireye geçmesinin sırrı, DNA nın kendi kendini kopya edebilmesidir.
Kalıtımın sırrını, DNA molekülünü bulmak için 1950
lerde bilim insanları arasında adeta bir yarışma vardı. İlk olarak,
Rosalind
Franklin, röntgen ışınlarıyla DNA kristallerinin varlığını ortaya çıkararak
DNA molekülünün nasıl biçimlendiğini gösterdi. Onun röntgen filmlerinin ve
yapı taşları modellerinin yardımıyla Amerikalı James Watson ve İngiliz
Francis Crick, bilginin nasıl depolanıp nakledildiğini açıklayan bir model
inşa etmeyi başardılar. Onlar DNA nın ikili bir sarmal, iç içe dönen iki
zincir olduğunu buldular.
Hücrenin içinde, mikroskop yardımıyla görülen, bazan belirgin bir şekilde
biçimlenmiş kromozom denilen cisimcikler vardır. Kromozomlar,
biyolojik özellikleri yöneten çok sayıda bilgi içerirler. Bilgi, genler
halinde bölünmüştür. Kromozomda birçok gen vardır. İnsanın yaklaşık 100 000
farklı geni vardır. Kimyasal açıdan kromozom, herşeyden önce DNA dan
oluşmaktadır. Basitleştirmek için DNA sarmalını ucundan çevirerek bir spiral
şeklini almış ipten bir merdiven gibi düşünebiliriz. Basamakları tutan her
iki yandaki iki ip, boydan boya birbirine benzer. Buna karşın basamaklar
farklı olup kalıtımın sırrrı burada yatar. Her basamakta, belli bir şablona
göre iki adet (bir çift) harf vardır. Bu genetik alfabede 4 adet harf vardır:
A, T, G, C. Aslında bu harflerin herbiri, kimyasal bir yapı taşı, kendi
kendini kopyalayabilen bir molekül, DNA nın dört temel bileşeninden biridir
(nükleotid). DNA daki bilgi, harflerin sıralanması
ile oluşur. Harfler birlikte, merdivenden yukarıya doğru çıkarak okunabilen
kelimeleri ve cümleleri oluşturur. Bir gen, bir araya gelerek özgün bir mesaj
içeren bir cümle oluşturan harflere tekabül eder. Bir insan hücresi DNA sında
toplam olarak yaklaşık 3 milyar harf vardır. Hücre çekirdeğine sığabilmek
için moleküller, iyice sarılıp bükülüp sıkışmışlardır.
Hücrelerin çoğalması:
Çok hücrelilerde, canlının büyümesi, gelişmesi, yıpranan,
zedelenen dokuların tamiri, ölen hücrelerin yenileriyle telafi edilmesi,
hücre bölünmesi ile sağlanır. Bölünmede ilk adım
DNA nın kendi kendini kopyalaması
dır. Bunu yaparken DNA sarmalını
oluşturan yarılar birbirlerinden ayrılmaya, aynı zamanda herbir yarı kendi
şablonunu oluşturmaya başlar. Sonuçta da birbirinin tamamen aynı iki adet DNA
sarmalı kopyası meydana gelir.
Bölünmeden hemen
sonra oluşan yeni hücreler küçüktür. Bunların yeniden bölünebilmeleri için
büyümelerini, gelişmelerini tamamlamış olmaları gereklidir. Ancak şunu da
belirtelim ki, sinir hücreleri, retina hücreleri gibi bazı özel hücreler
belirli bir zaman sonra artık bölünmezler.
Bir organizmada her hücre kendi DNA sına sahiptir. Ancak bu
DNA, bölünme / döllenme sırasında yaratılan, ebeveynden gelen
ünik bir kalıtımsal mirasın kopyasıdır. Genetik bilginin hücreden hücreye
iletilebilmesinin ve özelliklerin miras olarak ebeveynden yavru bireye
geçmesinin sırrı, DNA nın kendi kendini kopya edebilmesidir.
Hücrelerde mitoz ve mayoz olmak izere iki türlü bölünme görülmektedir.
Mitoz bölünme hem tek hücreli hem de çok hücreli canlılarda olur.Bu bölünme sonunda tüm kalıtım maddesi aynen iki yavru hücreye de geçer. Çok hücreli diğer organizmalarda olduğu gibi insan vücudunda da, örneğin, ölen hücrelerin yerine yenilerini koymak için sürekli olarak hücre bölünmesi vardır. Özellikle büyüme çağı olan çocukluk ve ergenlikte hücre bölünmesi olgusu son derece aktiftir.
Bu bölünmenin
ilk evresi, hücrenin DNAsını kopya etmesidir. Kopyalama sırasında ilk önce DNA
spirali ikiye ayrılıp, spiralin merdiven basamaklarının iki yanındaki
yarısının herbiri kendi şablonunu yapıyor ve bunlardan birbiri ile tamamen
özdeş iki adet DNA spirali gelişiyor.
İkinci evrede bu DNA kopyaları buruşup kromozomlar haline
gelir. Hücre bölüneceği zaman kopyalar iki zıt yöne doğru çekilirler.
Son evrede, hücrenin
önce ortadan daraldığı ve
nihayet herbir yarının birbirinden ayrıldıkları görülür.
Sonuçta anne hücrenin bölünmesiyle,
birbirleriyle ve kendilerinin varlık nedeni olan anne hücre ile genetik
olarak tamamen özdeş iki hücre oluşmuştur.
Farklı türlerin farklı sayıda kromozomları vardır. İnsan
vücudunun hemen bütün hücreleri 46 kromozomludur. Kromozomların yarısı
anneden yarısı babadan gelir. Yani kromozomlar 23 çifttir.
Yalnızca cinsiyet hücrelerinde diğer hücrelerin yarısı kadar
kromozom vardır. Yani insanın cinsiyet hücreleri olan yumurta ve spermde 23
adet kromozom vardır.
Mayoz bölünme ile hücredeki
kromozom sayısı yarıya iner. Bölünmeden sonra oluşan ve kromozom sayısı
yarıya düşen bu hücreler cinsiyet hücreleri olup gamet diye
adlandırılırlar.
Döllenme sırasında kromozom sayısı eski miktarını alır. İnsan söz konusu
olduğunda 23 kromozomlu yumurtanın yine 23 kromozomlu spermle birleşmesiyle
46 kromozomlu, ünik genetik mirasıyla yeni bir hücre, yani döllenmiş yumurta
oluşur.
Bu döllenmiş yumurtada daha sonra hızla
mitoz hücre bölünmeleriyle yeni hücreler oluşacaktır. Yeni birey, yeni
hücreler yapacak, büyüyecek, gelişecektir.
Virüsler: Virüsler (ve bakteriler), canlılığın oluşumu sürecinde belki de birinci
aşamayı oluştururlar. Canlı mı yoksa cansız mı oldukları tartışmalıdır. Çünkü
kendi kendilerine çoğalamazlar. Çoğalabilmek için başka bir canlı hücreye
gereksinimleri vardır. Çok küçüktürler (Ancak elektron mikroskopları ile
görülebilirler.). Uzun süre pasif kalabilir ve sonra yeniden aktif hale
gelebilirler. Canlı hücreler üzerinde parazit olarak yaşarlar ve kendi
genetik malzemelerini bu canlı hücrenin içine enjekte ederek bir yığın yeni
virüs oluşmasını sağlarlar. Bu ev sahibi hücre iyice dolup patladığında da,
bu yeni oluşan virüsler serbest kalırlar ve diğer canlı hücrelere
saldırabilirler.
Bilinen ilk gerçek canlılar, günümüz bakterilerine çok
benzeyen tek hücrelilerdir. Dünyamızda, 3 milyar yıldan daha önce yaşamış
olan bakteri fosillerine rastlanmıştır. Havada, suda ve karada, yeryüzünün
hemen her yerinde, vücudumuzun üzerinde ve içinde bulunabilirler. Yaklaşık 2
milyar yıl önce yeryüzünde mavi yeşil bakteriler oluştular ve ilk defa onlar
aracılığıyla, atmosfere oksijen salınmaya başlandı.
Bakteriler çok küçük
olduğundan onları ancak mikroskop yardımıyla görebiliriz. Mikroskop altında
bakterilere baktığımızda, bir bakterinin, çekirdeği olmayan tek bir hücreden
ibaret olduğunu görürüz. Ekseriya klorofilleri de yoktur. Buna karşın bitki
hücrelerinde olduğu gibi hücre zarı, hücre duvarı ve hücre
plazması (sitoplazma) vardır.Bu nedenle bakteriler ne hayvan
ne de bitki olmayıp kendi gruplarını oluştururlar.
Kuraklık ya da diğer zor koşullarda, kendilerini bir kabuk
içinde hapsederek (yani bir spor haline getirerek) binlerce yıl gibi çok uzun
süreler pasif olarak varlıklarını sürdürebilirler ve uygun çevre şartlarında
yeniden aktif hale gelerek canlanabilirler.
Nasa'nın yaptığı araştırmaya kadar
bilinen, yaşamın temel yapıtaşlarının, karbon, hidrojen, azot, oksijen, fosfor ve kükürt olduğudur. Ancak NASA, ABD de Kaliforniyada
bir tuz gölü olan Mono Gölünde yaptığı araştırmalarda arsenikle de
yaşayabilen bir bakteri keşfetti. Mono gölüne yaklaşık 50 yıldır tatlı su
akmadığı için yoğun miktarda arsenik birikmişti. Arsenik, çok kuvvetli bir
zehir olarak bilindiğinden böyle bir ortamda bir mikrobun var olabilmesi,
arsenikle beslenebilmesi, bu ortamda çoğalabilmesi hatta bununla da kalmayıp
DNA sının içinde çok önemli bir yapı taşı olan fosforun yerini arseniğin
alabilmesi herkesi şaşkınlığa düşürdü.
Soldaki resim, işte bu, arsenikle beslenen bakteriyi
göstermektedir.
Fosfor, tüm canlı hücrelerde
kalıtım molekülleri DNA ve RNA’nın en önemli kimyasal
maddesidir. Bu yüzden bu keşif, yani
DNA nın içinde fosforun yerini arseniğin alabilmesi, canlılık hakkındaki
görüşlerimizi önemli ölçüde değiştirecektir. Bu, bizim bildiğimiz yaşam ya da
canlılık biçimleri / oluşumları dışında da yaşamlar olabilir anlamına
geleceğinden konuyla ilgili araştırmacıların olaya çok daha geniş
perspektiften bakmalarını gerektirecektir. Şimdi ezberlerimizi bozmanın ders
kitaplarını güncelleştirmenin zamanıdır. Hani bir söz vardır ya 'olmaz olmaz
dememeli, olmaz olmaz'.
CANLILARDA DEĞİŞİM,
ÇEŞİTLİLİK
Canlılar, ya DNA da meydana gelen mutasyon ile ya da farklı bireylere ait DNA ların cinsel yoldan karışımı yoluyla değişime uğrarlar.
Mutasyon: Herhangibir organizmada, kalıtımdaki herhangibir değişikliğe mutasyon
denir. Aslında, hücre, DNA sındaki bilgileri çeşitli tarzlarda korur. Örneğin
bazı enzimler yardımıyla, bozulan, değişen bilgileri onarıp eski haline
getirmeye çalışır, ama her zaman başarılı olamaz. Böylece, çeşitli dış
etkenlere örneğin bazı ışınlara (x ışınları, ultraviyole ışınları vb),
birtakım kimyasallara maruz kalmak, DNA daki herhangibir harfin (nükleotidin)
yerine başka bir harfi (nükleotidi) koyabilir ya da harf, tamamen zincirden
kopabilir ya da biçim değiştirerek bu dört harften başka bir harf haline
dönüşebilir. DNA daki böylesi bir değişikliğe mutasyon denir. Mutasyon,
bütünüyle rastlantısal bir olaydır.
Mutasyonların çoğu, organizma için zararlı olup maruz kalan canlının
sakatlanmasına, hastalanmasına neden olur.
Ender de olsa, bazı mutasyonlar yararlı mutasyonlardır. Mensup oldukları
canlıda gelişmeyi, dayanıklılığı artıran yani çevreye uyum şansını artıran
iyi mutasyonlardır bunlar. Böylece canlıların özelliklerindeki çeşitlilik
artar, türlerde yeni özellikler gelişir ve hatta giderek yeni türler ortaya
çıkar. Mutasyonlar, herhangibir hücrede olabilir. Ancak, iyi ya da kötü, yeni
özelliklerin ortaya çıkması, yalnızca cinsiyet hücrelerinde mutasyonlar
olduğu takdirde olanaklıdır.
Cinsiyet hücrelerinin henüz oluşmadığı, canlı organizmaların çoğalmasının
yalnızca hücre bölünmesiyle olduğu dönemlerde evrim, yalnızca mutasyonlarla
olanaklı idi.
DNAların cinsel yoldan karışımı: Cinselliğin henüz ortaya çıkmadığı ilk dönemde mutasyonlar, genellikle
zararlı mutasyonlar olduğundan, faydalı mutasyonlar da çok ender vuku
bulduğundan, canlılığın evrimi, çok yavaştı.
Değişimin daha risksiz bir yolu DNA yı bozmadan iki ayrı bireyin DNA sını
birleştirip genlerini karıştırmaktır. Yani DNA nın cinsel yoldan karıştırılıp
yeniden bir araya getirilmesidir. Bu da aslında bir işbirliği olarak
yorumlanabilir. İki ayrı bireyin ve onların genlerinin işbirliği...Böylece
evrim boyunca o zamana kadar sınanmış iyi genler kuşaktan kuşağa geçerken,
genlerin biraraya gelerek sonsuz kombinasyonlar oluşturabilmesi olasılığı
canlılıkta farklılığı, çeşitliliği artırıp hızlandırarak da evrime muazzam
bir hız kazandırmıştır.
Hücre Karışımı ve Cinsiyetin Başlangıcı
Yaşamın, tek hücreli organizmalar olarak koyu bir organik çorba içinde yeni
oluştuğu o ilk dönemlerde, bazı benzer organizmaların birbirine çarparak
uzunca bir süre yapışık kaldıktan sonra, o bölgedeki zarlarının yırtılmasıyla
birbirlerine karışıp birleşebildikleri ve böylece iki ayrı hücreden, DNA ları
karışmış ve sayı olarak da o iki hücrenin toplam DNA sayısına eşit miktarda
DNA sı olan yeni tek hücreli organizmaların ortaya çıktığı sanılıyor. Bugün,
bunun laboratuar ortamında olanaklı olduğunu görüyoruz.
DNA ların bu şekilde karışıp tekrar bir araya gelmesi, onlar ve ait oldukları
hücreler arasında bir nevi işbirliği olup, cinsiyetin başlangıcı
olarak kabul edilebilir.
Organizmalara yeni DNA larla birlikte yeni özellikler kazandıran, canlılarda
farklılıklığı, çeşitliliği artıran, yeni türlerin ortaya çıkmasına yol açan
bu olay, evrim açısından kuşkusuz çok önemli bir aşamadır. Bu, canlılığın
evriminde daha sonra ortaya çıkan FOTOSENTEZ olayı kadar önemi olan bir sıçramadır.
Bir biyolog olan Alison Jollyde Lucynin Mirası isimli kitabında şöyle diyor:
”Bizim için cinsellik, farklı bireylerin sahip olduğu genetik malzemenin
yeni bir kombinasyon oluşturmasıdır; bu, iki ebeveynin genlerinin yeni
bir karışımına sahip olan bireyleri ortaya çıkarır. Yeni genetik karışımların
yeni yaratılmış bireyler olması gerekmez. Bakteriler ve bazı tek hücreli
canlılar için cinsellik, üreme olmaksızın yalnızca gen alışverişidir; burada
değişime uğramış olarak uzaklaşıp gidenler ebeveynlerin kendisidir.” Yine
aynı kitapta seksin avantajlarını anlatırken “Bakterilerde seksin ilk
faydasının DNA tamiri olduğunu” yazıyor ve “Hatalı ebeveyni telafi etmek
hücresel yaşamın tehlikelerine karşı da koruyucudur” diye ilave ediyor,
ayrıca "Hem seksüel hem de aseksüel üreyebilen çoğu tür, yaşam zorlaştığında
ve yiyecek imkânları sınırlı olduğunda sekse geri döner” diyor.
Cinsiyetin Oluşumu
Bu rastlantısal hücre karışımlarının arkasından bazı tek hücrelilerde
birbirlerini tamamlayan hücre zarları oluştuğu ve artık tesadüfi değil, hücre
zarlarının bu özellikleri nedeniyle birbirlerine yapışıp DNA larını
karıştırdıkları daha ileri bir işbirliği aşaması gelmektedir. Bu da,
sanki dişi ve erkek hücrelerin oluşması gibi bir şeydir. Burada, erkek hücre
verici, dişi hücre ise alıcıdır. Genellikle erkek hücre ile dişi hücrenin
birbirlerine dokundukları yerde zarların erimesiyle açılan yoldan erkek
hücrenin DNA sı (genellikle DNA nın bir bölümü) dişi hücrenin içine
bırakılır. Burada DNAlar birbirine karışmış, yeni bir kombinasyonla bir araya
gelmiş, enzimlerin yardımıyla kötü mutasyona uğramış bazı genler vericiden
gelen yeni DNA parçaları arasında varsa iyi karşılıklarıyla değiştirilerek
bir nevi onarım yapılmış, ama herhangibir üreme olmamıştır. Dişi hücreye
bırakılan bu genler artık dişinin kendi kalıtım özelliklerinin bir parçası
olmuşlardır. Bu dişiden hücre bölünmesiyle oluşacak yeni bireyler dişinin
genlerinin hepsini miras olarak alacaklardır ve bu kuşaklar boyu böyle devam
edecektir.
Canlılığın gelişmesiyle giderek daha karmaşıklaşan çok hücreli canlılar ve
organları oluşmuş ve artık canlılar cinsellik için özel organlar
geliştirmişlerdir. Bu yolla, iki farklı bireyin DNA ları yeni bir birey
oluşturmak üzere birbirine katılmıştır. İşte bu,
cinsel yoldan üremedir.
Örneğin memeli hayvanlarda erkekte sperm üreten testisler, dişide de
yumurtaları üreten yumurtalıklar oluşmuştur. Sperm ve yumurta tek hücreden
ibaret cinsiyet hücreleridir, yani gametlerdir. Bu hücrelerin
yapıları, cinsel birleşme ile DNA larını birleştirebilen bakterilere benzer.
Onlar da karşılaştıkları zaman spermin yumurtanın içine girmesiyle DNA larını
birleştirebilirler ve böylece döllenmiş yumurta ve onun içinde de yeni ve
ünik bir DNA karışımı oluşur.
Burada dişi ve erkek birey arasında üreme amaçlı bir işbirliği söz
konusudur.
İşte, cinselliğin amacı farklı iki bireyden gelen DNA ları
birleştirerek farklı DNA kombinasyonları yaratıp hiçbiri birbirinin aynısı
olmayan, ünik bireyler oluşturmaktır.
Ancak, canlıların önemli bir bölümü cinsel yoldan ürediklerinden cinsiyetin
en önde gelen işlevinin cinsel birleşme yoluyla yeni ünik bireyler yaratarak
üreme olduğu da söylenebilir.
Cinsel Kimlik (Dişilik, erkeklik)
Gen alışverişi yapamayan bir canlı türünde cinsel kimlikten de söz
edilemez. Örneğin gram negatif denilen bakteride olduğu gibi. Yine, bazı
basit organizmalarda, hangi organizma ile çiftleşebileceğini belirten bir
çiftleşme geni olsa da, organizmalar arasında başka herhangibir fiziksel
farklılık olmadığından bir cinsel kimlik söz konusu değildir.
Cinsel kimlikten yalnız genlerde değil anatomide de bir farklılık olması
gerektiğini anlıyoruz. Hatta biz insanlar söz konusu olduğunda çevre ve
psikoloji de etken faktörlerdendir.
Dişi ve erkek cinsiyetinin en genel tanımı, dişinin, daha büyük gametlere
(yumurtaya) sahip olması, erkeğin ise bundan küçük gametlere (spermlere) sahip
olmasıdır..
Üreme, canlıların şu ya da bu şekilde çoğalarak kendi genlerini gelecek
kuşaklara aktarmasıdır.
’Yaşamın en temel özelliği, aktif
olarak varlığın sürdürülmesidir. Canlılar hayatta kalabilmek için çalışırlar;
beslenir, kendilerini onarır ve büyürler. Ama bir kaza, bir avcı ya da
hastalık canlıyı yok edince her şey biter. Canlının kendi soyundan gelen
birileri yoksa gen bilgisi kaybolur….Kişinin geride kalan kopyalarını
bırakması böylesine bir tümden yok oluşa karşı koyar. Öyleyse yaşamın
ikinci temel özelliği üremektir.’ diyor Alison Jolly ’Lucy’nin
Mirası’nda.
Üreme, aseksüel, ya da seksüel olmak
üzere iki tarzda olur.
Aseksüel Üreme
Hücre bölünmesi ile gerçekleşir. Canlılığın ortaya çıkışından itibaren yaklaşık 2 milyar yıl boyunca canlı
organizmalar hücre bölünmesi ile çoğaldılar, yani bölünmeyle kendi
kopyalarını yaratarak kendilerini yeniden ürettiler. Bu tarz üremede her yeni
birey, ebeveyninin tam bir kopyasıdır, bir klonlamadır.
Bakteriler, virüsler tek hücreliler bu gruba dahildir. Bu canlıların
bir kısmında cinsellik vardır. Ancak bu, yalnızca iki hücre ya da bakteri
arasında gen alışverişi anlamına gelir, cinsel yolla üreme yoktur.
Aseksüel üreme yapan canlılara birkaç örnek: karahindiba, kuzgunotu gibi bazı
bitkiler, bazı balık, kurbağa ve kertenkeleler vb dir. Bunların çoğu, zaman
zaman, özellikle de zorlu yaşam koşullarında cinsel yoldan da üreme yaparlar.
Cinsiyet
oluşmadan önce elbetteki cinsel yoldan üremek de olanaklı değildi.
Bu yüzden cinsiyetin oluşması
büyük önem taşımaktadır.
Seksüel Üreme (Cinsel Yoldan
Üreme)
Cinsel üremenin yaklaşık bir milyar yıl önce
ilk olarak yeşil su yosunlarında başladığı tahmin ediliyor. Bu tarz üreme,
dişi ve erkek bireylerin çiftleşme ile gen alışverişi yaparak kendi
genlerini yavrularına aktarmalarıdır.
Cinsel Üremenin Yararları:
Jakob Bronowsky ‘İnsanın Yükselişi’ isimli kitabında şöyle diyor:
‘Cins ayrımı farklılaşmayı getirir, ve
farklılaşma, evrimin itici gücüdür. Evrimin hızlanmasıyla, türlerdeki göz
kamaştırıcı şekil, renk ve davranış çeşitlenmesi ortaya çıkmıştır. Türlerin
kendi içlerinde, bireysel farkların uç vermesini de aynı olguya bağlamalıyız.
Bütün bunları mümkün kılan iki ayrı cinsin ortaya çıkışıdır. Hakikaten,
cinselliğin biyoloji dünyasına yayılışının kendisi, türlerin yeni çevreye,
ayıklanma yoluyla uyumlu hale geldiğinin ispatıdır.’ . Ve
yine aynı kitabında
‘Ve cinselliğin kendisi, en uygun olanı ayırt etmenin doğal tarzlarından
birisidir. Erkek geyikler öldürmek için değil, dişiyi seçme haklarını hayata
geçirmek için dövüşürler.’ diyor.
Çarpıcı bir örnek, saksı bitkilerinde sık sık rastladığımız yaprak
bitleridir. Bunlar, genellikle kendilerini klonlayarak aseksüel üreme
yaparlarsa da, zorlu sonbahar ve kış mevsiminde, aşırı derecede artmış
popülasyon içindeki klonlama, kötü mütasyonlardan kurtulmalarına engel olur.
O zaman, yaprak bitleri cinsel üremeye geçerek, genlerini karıştırma yoluyla
bu mahzurlu genlerden kurtulur, daha sağlıklı yavrulara sahip olurlar.
Yine bir başka yazar, Alison Jolly de ‘Lucy’nin Mirası’nda ’Seksin sağladığı avantajın mantığı, farklılıkların mantığına paraleldir.
Seks, ebeveynden farklı bir yavru üretir; bunu ya ebeveynin hatalarını telafi
ederek, ya ebeveynin parazitlerinden kurtararak ya da farklı yaşama
alanlarını kolonileştirip, değişen çevre karşısında değişerek yapar. Eğer
seksin bir mantığı varsa, partnerinizin sizinle aynı olmasını istemezsiniz;
böylelikle yavrunuz da sizinle aynı olmayacaktır. Her seks yapışımız, türler
için mükemmel bir ideal ya da yabanıl tip olduğu fikriyle çelişir. Seks
çeşitlilikte bulduğumuz mutluluktur’ diye yazıyor.
Cinsel rekabet:
Genelde, dişi olsun erkek olsun her iki
cins de, kendilerine ait mümkün olduğunca çok sayıda geni, gelecek kuşaklara
aktarmak isterler. Bu ise, olabildiği kadar sık ve değişik partnerlerle
çiftleşerek kendi gametlerini karşı cinsinkiyle birleştirmekle olanaklıdır.
Bu amaçla, hem partnerleriyle yani karşı cinsle, hem de kendi ait oldukları
cinsiyetten rakipleriyle rekabet söz konusudur.
Dişi - Erkek rekabeti:
Bu, karşı cinsler arasındaki
yani dişi ve erkek arasındaki rekabetten, döllenmiş yumurtayı
orada bırakıp
en çabuk şekilde uzaklaşabilen cins kazançlı çıkar. Böylece
hem genlerini aktarmış, hem de embriyonun ve yavrunun bakımı ve korunması
gibi sorumluluklardan kurtulmuş olur. Artık vakit kaybetmeden yeni çitfleşmeler,
yeni partnerler peşinde koşarak genlerini yeni kuşaklara aktarma şansını
artırmaya devam eder. Bu konuda da türlerin büyük çoğunluğunda erkekler
şanslıdırlar.
Çünkü, doğaları gereği, erkekler, çok sayıda, küçük ve basit üreme hücreleri
üretirler. Erkek gametlerin sayıları çok fazla, biyolojik maliyetleri de düşük
olduğundan fazlaca korunmaları da gerekmez. Buna karşılık dişiler, yine
çok sayıda, ama erkeklerinki kadar da çok değil, lakin daha büyük,
oluşacak yeni bireyi koruyup besleyebilmek için biyolojik maliyeti daha
yüksek olan gametlere
sahiptirler. İşte dişiler, genlerinin devamını garantiye alma açısından, bu
çok maliyetli döllenmiş yumurtayı bırakıp kaçamazlar,
onun ve yavruların himayesini ve hayatta kalabilmeleri için tüm bakımını
üstlenirler. Ancak rollerin
değiştiği canlı türleri de vardır. Örneğin bazı balık türleri.
Fiziksel rekabet:
Birçok türde erkekler, kendi genlerini
aktarabilmek için, aralarında, dişiler ile çiftleşme mücadelesi verirler.
Erkek çiftleşme hakkını elde edebilmek için rakip erkekleri saf dışı etmek
zorundadır.
Erkek aslanlarda olduğu gibi bu, birbirlerine karşı güç gösterilerinden ölesiye kavgalara
kadar gidebilir. Genellikle erkekler bir grup dişiye ‘el koyar’, onlarla
çiftleşme hakkını elde ederler. Artık haremlerindeki dişilerle çiftleşmeyi,
dolayısıyla doğacak yavruların babası olmayı, genlerini onlara aktarmayı
garanti altına almışlardır. Çıkması muhtemel rakiplerine karşı fiziksel
üstünlüklerini sürdürebildikleri sürece, bu böyledir. Erkekleri böylesi
fiziksel mücadeleye giren türlerde erkekler, dişilerden çok daha büyük ve
cüsselidir. Yakın akrabamız olan gorillerde olduğu gibi.
Sperm rekabeti:
Ancak biz insanlarda
ve bazı türlerde örneğin en yakın akrabalarmız olan şempanzelerde ve
özellikle de bonobolarda erkekler arasında bu tarz mücadele pek fazla
görülmemektedir. Bu yüzden de erkeklerin cüsseleri dişilerden
sadece biraz büyüktür.
Çok sayıda erkekle çok sayıda dişinin bir arada yaşayabildiği gruplar
oluşturan türlerde genellikle erkekler arasında fiziksel rekabet yoktur, ya
da çok azdır. Ama yine de erkek çok sayıda dişiyi dölleyebilmek ister.
Böylesi gruplarda, dişilerde çok sayıda erkekle çiftleşebildiklerinden burada
fiziksel rekabetin yerini SPERM REKABETİ alır. Değişik erkeklerden dişiye
aktarılmış olan spermler yumurtaya ulaşıp onu dölleyebilmek için rekabet
içindedirler. Doğaldır ki, sperm sayısı fazla olan erkeğin başarı ihtimali de
yüksektir. Bu türlerde evrimleşme bu yönde olmuştur. Daha fazla sperm daha
büyük testisler anlamına geldiğinden şempanzelerin, bonoboların ve biz
insanların testisleri çok büyük olup o kocaman cüsseli erkek gorillerinki ise
vücut büyüklüklerine oranla çok küçüktür.
Seçicilik:
Çok sayıda dişi ve erkeğin bulunduğu gruplarda genellikle
erkekler arasında fiziksel rekabet önemsiz düzeylerde olup, bunun yerini
yukarıda sözünü ettiğimiz sperm rekabeti almıştır. Dişilerin ise sınırlı
sayıdaki gametleri, onlar için çok değerlidir. Böylesi gruplardaki dişiler,
bir yandan, birden fazla erkekle çiftleşme şansına sahip olarak, genlerini
sonraki kuşaklara aktarmayı garantiye alırken, bir yandan da bu sınırlı sayıdaki gametlerinden
oluşan, maliyeti yüksek olan embriyolarının ve daha sonra da yavrularının bakımı ve
korunması sürecine en iyi katkıda bulunabilecek kaliteli partnerler seçmeye
çalışırlar. Yani sağlıklı, becerikli, kuvvetli ve hatta belki de yavruların
korunması ve bakımında yardımcı olabilecek erkekler
makbuldür dişiler açısından. Sperm sayılarının çok
olması ve spermlerin düşük biyolojik maliyetleri nedeniyle erkekler pek fazla seçici
olmayıp esas sorunları, çiftleşecek partner bulmaktır. Genel olarak dişi
seçen, erkek de seçilen taraftır. Ancak dişilerin ve erkeklerin
toplam sayısı da seçimi etkileyebilir. Örneğin erkeklerin sayısı az, buna
karşılık dişiler daha fazla sayıda ise, erkek, seçen taraf olabilir gene de.
Tek Eşlilik:
Bazı hayvan türleri tek eşlidirler. Örneğin bazı kuş türleri.
Tek eşli hayvanlarda erkek ve dişi arasında dış görünüş farklılıkları olsa da
esas olarak beden büyüklüklerinde, boynuz ve sivri dişlerinin büyüklüklerinde
bir fark yoktur. Çünkü eşlerini kaybetmemek ve onunla çiftleşebilmek için
diğer erkeklerle fiziksel rekabete gereksinimleri yoktur. Dahil olduğumuz
insansı maymunlar arasında gibonlar tek eşlidirler. Gibonlarda eşlerin
dişleri aynı büyüklüktedir ve herbiri kendi cinsinden olan rakibini
uzaklaştırır.